Lütfi Doğan Hoca ile Sohbet: Allah Rızası İçin Nasihat...
Altınoluk Röportaj
1988 - Aralik, Sayı: 034, Sayfa: 013
Altınoluk Röportaj
1988 - Aralik, Sayı: 034, Sayfa: 013
Konuşanlar : İsmail L. Çakan, Mustafa Eriş, Murak Erker, Abdullah Sert, Ahmet Taşgetiren, H. Kâmil Yılmaz
HASRET GİBİ BİR KÖY
"Bizim oralarda kışlar uzun sürer, Geceler de uzun... Böyle uzun kış gecelerinde kitap okunur. Akşam namazından sonra köy odasında toplanılır. Odalar lebaleb dolar. Çocuklar, gençler, yaşlılar hepsi bir arada... Büyükler konuşur, diğerleri dinlerler. Bu da yetmez kitab okunur. Bazen "Sîretü'n-Nebî"okunur, bazen "Envarü'l-Aşıkîn" okunur. Bazen fıkhî konuları ihtiva eden kitaplar okunur. Fıkralar anlatılır. 1. Dünya Savaşına veya Kurtuluş Savaşına bizzat iştirak etmiş gaziler hatıralarını anlatırlar; siz orada tarih öğrenirsiniz. Mesela Çanakkale şöyle, Mangaltepe böyle... Bir kültür, bir tarih şuuru verilir. Prensipli değil belki ama, yine de faydalı. Sabahları mukabele okunur. Herkes gelir, özellikle çocuklar... Önceden devam eden arkadaşlarına özenir, gelmeye başlarlar. Herkes okuma bilir... Ama hafız-ı Kur'an'lık başka bir şeydir."
Hasret gibi bir köy... Adı Salyazı. Ama adı önemli mi?.. Binlerce Anadolu köyünden biri diye bilin yeter... Gümüşhane'ye bağlı... Ama nereye bağlı olduğu önemli mi? Herhangi bir vilayetimize bağlı olabilirdi pekala... Çünkü Anadolu'da kültür, işte o beşikte büyüyüp, gelişip, boy salıyordu. Bir tane değil, bütün bir Anadolu'ydu.
Lütfi Doğan Hoca işte o köyde dünyaya gelmiş. 1929 yılında. Medreseyi de, mektebi de tanıyan bir köy. Dedik ya, hasret gibi bir köy... "Okumak, ilim sahibi olmak esastır. Eğer bu yapılmazsa hayatın anlamı yoktur." Köylü böyle düşünürmüş... Lütfi Doğan Hoca, o hasret köyünün şuur seviyesini böyle tanımlıyor bize...
HASRET GİBİ BİR BABA
Henüz 8 yaşlarında, konuşulanların ancak bir kısmını değerlendirebildiği çağında, babasının şu sözlerini işitiyor:
"Benim dayım hafız-ı Kur'an idi. Filan hoca idi. Falan şöyle idi. Bir dayım hayatta, hafız Fevzi Efendi. O da giderse köyümüzde hafız kalmıyor. Onun için ben oğlumu okutacağım."... Ve işte hasret bir baba... Köyünün hatta bütün bir memleketin geleceğini oğlunun üzerine kurulmuşçasına sorumluluk hissiyle dolu bir baba...
Lütfi Doğan Hoca, babasının hassasiyetini şu cümlelerle anlatıyor:
"Dedem Hoca İbrahim Efendi isminde bir zat. Hafız ve alim. Dedemin dayısı ve kayınbabası da hoca. Dedem tam babamı okutmaya başlayacağı sırada 1. Cihan Harbi başlamış ve bizim oralardan Ankara'ya doğru hicret edilmiş. Babam okuyamıyor. Okuyamıyor ama, dedemin yegane arzusunun kendisini okutmak olduğunun idrakinde. Dedem vefat ediyor. Sonra ben dünyaya geliyorum. Babam"Onu hafız-ı Kur'an yapacağım." diyor. Hatta bizim oralarda halk, geçimini rençberlikle sağladığı halde babam," Rençberlik yaparsam bu çocuk da bu işle meşgul olacak, okumaya vakit bulamayacak" diyerek ticarete dönüyor. Maksadı okumama engel olmamak. "
İLİM VE HAYAT İÇİCE
Lütfi Doğan Hoca bu hassasiyetle okumaya başlıyor. Önce Kur'an hıfzı, ama bu yeterli değil. Manasını da öğrenmek lazım. Oysa köyde bu, oldukça zor. Çünkü "Eski müderrisler köyden gitmiş. Çok azı kalmış. Yenileri de yetişmemiş." Buna rağmen canını dişine takip ilim uğruna çalışmak... çalışmak...
Araya askerlik giriyor. Askerden sonra Gümüşhane'de bir camide görev ve yine ilmî çalışma... 1954 yılında Ankara'da bir müftülük imtihanı. Hoca'nın Diyanet önündeki ilk duyguları: "Manevî mehabet... Burası İslâm'ı bu millete öğreten, anlatan bir müessese... Onun için buraya gereği gibi kemal-i edeble girilmesi lazım..." İmtihandan sonra Kemah Müftülüğü. Yaş 25, tarih 17 Kasım 1954. Hoca Kemah'a gidiyor. Hoca'nın Anadolu insanı için yargısı şu: "Nezih insanlar. İlme karşı büyük sevgi besliyorlar." Lütfi Doğan Hoca, Kemah Müftülüğüne tayin edildiğinde henüz sadece ilkokul mezunu. Kemah'ta Ortaokul ve Lise'yi dışardan bitiriyor. Yıl 1961. Bu, aynı zamanda Hoca'nın İlahiyat Fakültesine başladığı ve bu münasebetle Ankara'ya geldiği tarih oluyor. İlahiyat'a başlarken Ankara Müftü yardımcılığına da tayini çıkıyor. Bu dönem Hoca'nın gecesini ve gündüzünü değerlendirdiği günler... Sabahtan öğleye kadar fakülte. Öğleden sonra Müftülük... Gece de ilmî çalışmalar." Geceler uzun, diyor Hoca, sabah namazım kılıyor, Aktaş Atilla Camiine gidiyor, orada hoca efendilerle birlikte saat 7.30'a kadar ders okuyorduk." Böyle yoğun bir çalışma ile Fakülte bitiyor ve Hoca'nın görevi değişiyor. Önce gezici vaizlik, sonra vaizlik, sonra Din İşleri Yüksek Kurulu üyeliği... Yıl 1965... Reis İbrahim Elmalı Hocaefendi.
Lütfi Doğan Hoca, hayatın böylesine sür'atli akışını yorumlarken Merhum Hacı Mehmet Zihni Efendi'nin bir sözünü hatırlıyor:
"Ed-dünya saa... Fec'alha taa."
Tercümesini yine Mehmet Zihni Efendi'den naklediyor:
"Saat-i vahidedir ömr-i cihan Saati taate sarf eyle hemân."
Cenabı Hakk dinimize, milletimize, en hayırlı hizmetlerde hepimizi muvaffak eylesin. Hepimize akıbet-i hamide nasip eylesin. Dünyadan onunla gidersek her şeyi kazanmış oluruz. Allah muhafaza dünya bizi aldatırsa... Ayetin hükmü açık: "Dünya hayatı sakın sizi aldatmasın, sakın Şeytan sizi boş yere Allah'ın affedeceğine güvendirerek saptırmasın." (Lokman, 33) Çalışmak lâzım.
... VE DİYANET REİSLİĞİ
Lütfi Doğan Hoca bir süre Din İşleri Yüksek Kurulu'nda hizmet veriyor. Kurul'da görevli diğer hocaefendilerle birlikte birikmiş fetva isteklerini cevaplandırıyorlar... 1966'nın ilk aylarında, İbrahim Elmalı Hoca, olaylı bir şekilde emekli ediliyor. Başkanlığa Ali Rıza Hakses getiriliyor. Hakses, Lütfi Doğan Hoca'dan Reis muavinliğine vekalet etmesini rica ediyor. Hoca bu dönemde asaleten Din İşleri Yüksek Kurulu üyeliği, vekaleten de Reis Muavinliği görevini deruhte ediyor. 1967'nin sonlarında ise Ali Rıza Hakses Hoca emekli oluyor ve Reislik görevi Lütfi Doğan Hoca'ya tevdi ediliyor. 1 Ocak 1968'de başlayıp, 28 ağustos 1972'ye kadar süren bir sorumluluk bu...
Hoca'nın Diyanet'le ilgili ilk değerlendirmeleri şöyle göreve başlarken:
"Diyanet İşleri Başkanlığına geldiğimde, Türkiye'nin bütün müesseselerinde olduğu gibi burada da birçok mesele vardı. Bir yönden personel hizmeti, diğer yönden dinî-millî hizmetlerin aslına uygun şekilde icrası.. Tabiî bu müessese, ammenin hizmetini üzerine alan bir müessese.. Aynı zamanda da, bütün düşüncelere temel olan bir müessesenin hizmeti buradaki hizmet... Bunun manevî sorumluluğu çok büyük. Acaba bu ulvi müessesede en azından sorumluluktan kurtulmak için, milletimizin bizden beklediği ne tür hizmetler yapabiliriz? Nasıl adımlar atabiliriz? Bunlar her müslüman gibi beni de düşündürdü. Diyanet'in hem merkez, hem taşra teşkilatında çalışan, sorumluluğunu müdrik kardeşlerimiz, bu büyük milletin bizden beklediği İslâmî hizmetleri yapabilelim diye el birliği yaptılar. Bu, müşterek inanç haline geldi. Bu arada farklı düşünce taşıyanlar da yok değildi, Bu da normaldir. Ama din ve temel esasları dikkate almak, milletimizin ihtiyaçlarını göz önünde bulundurmak ve bunları en iyi, en rasyonel şekilde icra etmek meselesinin zorluğunu takdir edersiniz. Bazı ahvalde, bazı kardeşler farklı düşünebiliyorlardı. Hatta fetvaların yazılışında bile farklı düşünceler ortaya çıkabiliyordu. Bugün bütün bu insanları hayırla yad ediyorum, Cenab-ı Hakkın rahmetine kavuşanlara rahmetler diliyorum."
DİYANET'LE İLGİLİ TEMEL SORU
Burada Hoca'ya Diyanet'le ilgili temel soruyu sormanın tam zamanı... Hoca İbrahim Elmalı'nın emekli edilişinin doğurduğu tepkilerin henüz zihinlerden silinmediği bir zamanda göreve geldi. Dolayısıyla, milletin, siyasî otoritenin Diyanet'le ilgili uygulamalarına karşı duyguları bir hayli buruk. Bu burukluğu yansıtan bir soru soruyoruz Hoca'ya:
Hocam, Diyanet camiasının büyük sorumluluk altında olduğu malum. Oraya gelen muhterem hocalarımız da bu sorumluluğu hissediyorlar. Milletin bakışı da bu büyük sorumluluğu gözetiyor. Fakat bu sorumluluğun ifasında, hocalarımızın, bir takım zorluklarla karşılaştıkları şeklinde de bir his var. Acaba günlük politika mı etkiliyor, yoksa bizzat mevzuat mı? Neyi yapabilir, neyi yapamaz Diyanet İşleri Türkiye'de? Mesela şöyle bir kanaat doğru mudur? Diyanet İşleri müessesesinin müessiriyetinin artması Türkiye'de sistem tarafından istenmiyor. Elmalı Hoca bunun bir örneğidir. Bunlar doğru mudur?
Hoca soruyu cevaplandırırken konunun nezaketini titizlikle gözetiyor, ve kelimeleri seçe seçe şunları söylüyor:
Konu şu tabiî: Türkiye'de bir mevzuat bahis konusu. Siyasî hizmet verenlerin de kendilerine göre arzuları, düşünceleri, hizmet anlayışları var. Diyanet İşleri Başkanlığı'nın ifa edeceği görev, bir bakıma kanunla sınırlı. Mesela 630 sayılı kanunun ilk maddesinde diyor ki: ...
Diyanet İşleri Başkanlığı İslam dininin itikad, ahlak, ibadet ile ilgili işlerini yürütür, bu konuda halkı aydınlatır." Bunun daha geniş tafsilatı da Din İşleri Yüksek Kurulu' nun vazifeleri sayılırken veriliyor. Tabiî bu kanunlar ve prensipler işleri kolaylaştırmak için, yürütmek için tesis edilmiştir. Siyasi hizmet veren kimseler, kadrolar, hep beraber oturup, konuşup hasbihal edince, insan rahatlığa kavuşabiliyor. Şöyle kavuşabiliyor: Bakıyorsunuz ki her insan Müslüman camia için, milletimiz için, İslam'a hizmet edelim, diyor. Müslüman milletimize hizmet edelim, diyor. İslâm'ın özüne de saygılı olalım" diyor. Böyle bir prensip var. Bunun için ne kadar şükretsek azdır. Ama dediğimiz gibi birtakım mevzuatlar, şunlar, bunlar var. Onların uygulanmasına gelince haliyle sıkıntılar oralarda baş gösteriyor. Şimdi, şahıslar olarak, siyasi hizmet verenlerle oturduğunuz zaman inceliyorsunuz, diyorsunuz ki "Bu şu bakımdan muvafık ama, şu şu bakımdan uygun değil yapılamaz." Öyle mi, tamam. Fakat birbirlerini görmeden muhakemelerde bulunanlar oldu mu, bakıyorsunuz fikirler birbirleriyle tezat teşkil ediyor. Müsaade ederseniz bu konuyu bu kadar izah edeyim. İşaret ettiğiniz mevzu üzerinde ilmen oturup istişare etmek gerekiyor. Şu bakımdan: Elhamdülillah halk müslüman. Şu veya bu durumda olan insan da "Ben İslâm'a hürmetkârım" diyor. Bazen öyle siyasiler oluyor ki açıp "Bu konuda bize yardımcı olabilir misiniz? Bunun aslı nedir?" diye soruyorlar. "Bir inceleyeyim" diyorum, bazen bildiğim bir konu da oluyor. Fakat bir inceleyeyim diyorum, şu şekli muvafıktır" diyorum "Allah razı olsun diyorlar. Bu iş şu yönden imkansızdır," diyorum, bir manevi sorumluluğu vardır." Bir de tabiî kendisine göre haklı bulduğu bir siyasi mülahaza var. Samimiyetle, ilme hakikate bağlılıkla ve peşin hükümlerden uzak kalarak meseleyi alan memleket evladının hepsi için bu böyledir, inatçı olan, kötü niyet taşıyan kimselere ise bir diyecek yok. Onlar her müessesede, her toplumda, her millette bulunabilir. Onları kendi hallerine bırakmak lazımdır."
Hoca'nın Diyanet'le ilgili değerlendirmesinde, ilmî zemin arayışı şüphesiz dikkat çekiyor. Hoca, Diyanet'le ilgili değerlendirmeleri ve istekleri polemikten kurtarmak, dinin gerekleri, milletin istekleri ve Türkiye'nin zaruretleri çerçevesinde, ama mutlaka ilmî zeminde ele almak zaruretini ısrarla belirtiyor.
Hoca'nın Diyanet İşleri Başkanlığı döneminde 12 Mart Muhtırası veriliyor. Muhtıra'dan sonra bir süre daha görevde kalan Hoca, nöbeti devrediyor. Vaizliğe tayin ediliyor. 14 ekim 1973'e kadar vaizlik yapıyor. Sonra siyasî hayat.. 1980'e kadar Senatörlük.. Ve 80'de emeklilik..
İKİ TEMEL HASLETİMİZ
Lütfi Doğan Hoca köyü tanıyan... her kademede görev alarak Diyanet Camiasını tanıyan... dinî hizmetlilerle diğer görevlilerin ve milletin ilişkilerini gören ve sonuçta siyaseti tanıyan bir insan... Öyleyse Lütfi Doğan Hoca'nın köyden kente ülkemizdeki son durumla ilgili değerlendirmeleri önemli olmalı. Hoca'dan bunu istirham ediyoruz. Hoca, önce memleketteki maddi gelişmeleri anlatıyor. Haberleşme araçlarının getirdiği kolaylığı, ulaşımı v.s.'yi... Ancak Hoca'ya göre gözden kaçırılmaması gereken meseleler de var. İsterseniz bunları kendi ifadelerinden dinleyelim:
Şahsen beni düşündüren ve gözden kaçırılmaması gereken bir durum var. Bugün ben şu kanaati taşıyorum, bir kere insanımız iyi niyetli, çok iyi niyetli. Aslında bu iki noktadan geliyor, birincisi Allah insanı öyle yaratıyor. İkincisi, bu yaratılışa uygun bir dine sahip. İslâm'a sahip. Müslüman. Dünya'da beş milyar insan var ama bu imkana sadece İslâm ülkeleri sahip.
KÖYDE KAYBETTİKLERİMİZ
Şimdi köyün durumuna geldim. Şu şu imkanlardan bahsettik, iyi faydalı, ama bir yönden ihmal edildi, bu yönden zararımız da büyük. Nedir o? Bir köy düşünün o köyde bir Hoca Efendi vardı. Bu Hoca Efendi aynı zamanda köyde muallimdi. Hem insanların fikir danıştığı bir kimse hem de kırgınlıkların olduğu yerde bir doktor gibi kırgınlıkları tedavi eden bir merci... İki genç birbiri ile münakaşa etmiş, şöyle böyle olmuş. Derhal imam efendi gelir, halleder. Birisi çirkin bir ifadede bulunduysa imam efendi "Olmaz, İslâm'da yok bu" der. Gençler hoca efendiyi gördükleri vakit ayağa kalkar, hürmet gösterirler."
Lütfi Doğan Hoca bu sözlerle bir örnek çiziyor önümüze. Köyde etkili bir eğitimci örneği... Hoca geçmişte böyle bir eğitim unsuruydu. Ya şimdi?
YENİ BİR ÖĞRETMEN TİPİ
Şahsen ben şunu düşünüyorum: Köyde öğretmenlik gibi şerefli bir mesleği yapan kardeşlerimizin dinî nosyonunun olması lâzımdır. Eski tabirle "Zü'1-cenaheyn - iki kanatlı" olmalıdır. Yani hem manevi ilim, hem dünyevi ilim sahibi olması lazımdır. Böyle bir insanın köyde hem imamlık, hem de öğretmenlik yapması o köy için bir feyiz kaynağıdır. Hem camide vaaz, hatim, hem de okulda öğretmenlik... Tabiî ayrı şahıslar da olabilir. Bu iki güç, muazzam bir enerji halinde birbirini tamamlar. Köy hem maddeten, hem manen yükselir. Bugün köy şöyle: O yaşlı Hoca efendiler gittiler. Bazı durumlarda hiç hoca efendi gelmedi. Cemaatten rast gele bir kardeşimiz geçti, imamlık yaptı. Bazen yeni gönderilenler oldu. Yetişmiş, veya yetişmeye muhtaç... Bunlar köylünün manevi hayatında etkili oldu. Temel mesele imamla öğretmeni ya bir kişide, ya da ortak bir duyguda bütünleştirmektir. Bazen tek şahıs, bazen da birbirinden ayırt edemeyecek derecede kaynaşmış iki kişi...
KEMAH'TA İKİ EYÜP'LER
Bunun bir örneğini ben Kemah'ta gördüm. Müftülüğüm sırasında...
Aynarpınar diye bir köyümüz var, imamı Eyüp Efendi. Bir öğretmenimiz var o da Eyüp Efendi. Allah'ın hikmeti. İmam Efendinin en yakın sırdaşı en yakın yardımcısı öğretmen efendi, öğretmen efendinin de aynı şekilde imam efendi. O köy huzurun kaynağı oldu. Ben gözümle gördüm. Yaşadığım için hatırladıkça sevinç duyuyorum. Türkiyemiz'in seksen bin yerleşim yerinin böyle olma ihtimali var. O imam Efendi iyi yetişmişti. Hafız-ı Kur'an idi. İlkokulu bitirmemişti, öğretmen destek oldu, ilk ve orta okulu bitirdi. Ondan sonra ben takip edemedim. Öğretmen Efendi Kur'an-ı Kerim'i yüzünden okuyordu, zaman zaman müezzinlik yapıyordu. Yani şu iki enerjiden Türkiyemiz'de çok istifade edilirdi, ama bu yakın yıllarda elimizden kaçtı.
...VE YAŞLILAR...
Yaşlılar da kalmadı. Yaşlıların birçok vasıfları vardır. Halimdir, sabırlıdır, herkesin derdiyle dertlenmeyi kendisine vazife sayar ve köydeki müslümanlara örnek olma sorumluluğunu duyar. Yine böyle kimseler vardır, fakat Türkiyemiz'in bütün köylerinin böyle olmasına ihtiyaç var. Ben kendi köyüm için meseleyi ele aldığımda görüyorum: Çok temiz gençler var. Bazen çocukları yanıma topluyorum, onlara latife yapıyorum. Diyorum ki, "Ben size şimdi güzel bir sual soracağım, Bir çocuk anasını mı daha çok sevmeli, yoksa babasını mı?" Kimi annesini diyor kimi babasını. Bunlar yaş itibariyle küçük çocuklar. Kimi 5, kimi 6, kimi 7 yaşında. İçlerinden bakıyorsun ki bir cevher, "İkisini de sevmeli" diyor. Şimdi bu şekilde çocuklarla ilgilenen büyüklerin sayısını ben az görüyorum.
TV'NİN FONKSİYONU VE SOSYAL ÇÜRÜME
Mesela televizyonu ele alalım. Gerek radyo gerek televizyon, iyi bir eğitim aracı olarak kullanılırsa fevkalade büyük bir hizmet yapabilir. Bazen bakıyorsunuz sağlık konusunda bilgi veriyor, bazen teknik konuda bilgi veriyor. Astronomi konusunda bile bilgi veriyor. Bütün bu bilgileri köydeki insanlar dinliyor. Bir nokta kalıyor. İmam veyahut öğretmen orada olsa, dinleyenlere "Bu nizamı bu şekilde tanzim eden kimdir?" diye bir soru sorsa, cevap hazır: "Alemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ'dır." Köy eğitildi.
Şimdi köyde yine mukabele okunuyor, ama akşamları kitaplar okunmuyor. Okunmadığı gibi üstelik bazı yerler de açılmış, ismini söylemeyeyim. O yaştaki gençlerin orada bulunmaları, hislerini tatmin ediyor ama kültürlerini de yıkıyor. Manevi değerlerin hepsini alıp götürüyor. O insan onu fark edemiyor. O durumu fark edemeyen insanı aydınlatacak ilim adamlarımıza, hocalarımıza, öğretmenlerimize ihtiyaç olduğunu da belirtmeliyim. Geçmişten çok daha fazla, çünkü o zaman kapalı bir çevreydi. "Bu böyledir" diyordu. Birisi haddini bilmezlik yaparsa o zaman yalnız kalıyordu. Şimdi ise yalnız kalmıyor, taraftar buluyor. Çürüme oluyor. Manevi yönden, kültür yönünden çürümeler oluyor. Bu tabiî maddeye de sirayet ediyor. Bugün hayatı kolaylaştıran çok imkanlar var. Fakat bunları tertib edecek, faydalı hale getirecek, mahzuru ile faydasını ayıracak, yine köydeki bir tabir ile ifade edeyim" Kapıdan Mihraba kadar," üstüne düşen vazifeyi yapacak kişiler, müesseseler bulunduğunu söylemek zor. Burada hem aileyi kastediyorum, hem cemiyeti kastediyorum. Hem de resmî görevlileri kast ediyorum. Bu görevde ihmallerimiz var. Bu milletin hem manen, hem de madden arzu edilen huzura ulaşabilmesi için bu ihmallerin bertaraf edilmesi lazımdır. Hepimiz buna muhtacız. Ayrıca hepimiz yardımcı olmak durumundayız. Şunun için ki, faydalı hizmet yapınca cemiyet kurtuluyor, yanlış adım atınca onun zararını yalnız onu yapan görmüyor, cemiyet de çekiyor. Demek ki hizmet yapan kimselere iyilikte yardımcı olmak, nasihat vermek lazım. Nasihat, bildiği bir şeyi, Allah rızası için, samimiyetle, kabul edilir bir üslûp içerisinde intikal ettirmektir. Tercih yine karşı tarafın tabiî, kim olursa olsun. Bu hizmetin yapılmasına ihtiyaç vardır... bunu şöyle basit bir misalle açıklamak istiyorum. Bir depo var, bir de insan. İsteyen o depodan musluğu açarak hayatını devam ettiriyor. Ama başka bir musluk var, musluktan da zehir akıyor. O musluğu açan, oradan zehir aktığının farkında değil. Su diye içiyor. İşte burada uyarmaya ihtiyaç var. Bunun için de yetişmiş insana... İnsanı tanıyan, insanı maddi ruhî yapısıyla tanıyan, insanı Allah için seven, eğitimi insana ve insaniyete hizmet kabul eden ve bunun şuurunda, ilminde, kültüründe, iktidarında olan insanlara ihtiyaç var. Yayın organları da böyle insanların elinde olacak. İnsana karşı sorumluluk önemli. Hitap ettiğin insanın dünyasını ve ahiretini düşüneceksin.
Bu Hoca'ya TV'nin ülke insaninin eğitimi ve geleceğindeki etkisini soruyoruz. Eskiden toplum içinde sözü dinlenir büyüklerin yerini acaba TV mi alıyor? Toplumumuz bundan nasıl etkilenecek?
Hoca, burada TV'de yayınlanan programların insana karşı sorumluluğu üzerinde duruyor öncelikle. Hoca'nın bakış tarzını dikkatle değerlendirelim:
Diyelim ki batıda yapılmış bir film televizyonda gösteriliyor. Şimdi bu dizi filmi alın, baştan sona seyredin. Öyle rast gele yapılmış diye düşünmeyin. Bunlar çok eğitilmiş, milletlerarası, fevkalade profesyonel adamlar. Ne yaptığını, gayesinin hedefinin ne olduğunu çok iyi bilen insanlar. Arkalarında da çok büyük güçler var. Bütün bunlar rast gele değil. Bunu bilmek lazım. Benim kanaatime göre bu tip seri filmlerde iki şık var: Ya o toplumun gerçeklerini anlatıyordur. O zaman bu toplum mahvolmuştur ona acımak lazımdır. Bu toplumu kurtarmak için biz ne hizmet yapabiliriz, bunu düşünmek lazımdır. İkinci şık, bu toplum aslında böyle değildir, fakat başka toplumları bozmak için film böyle düzenlenmiştir. İki şıkta da bu toplum batmıştır. Çünkü insanlara yapılacak ihanetler içinde en çetini, insanların insanları farkına vardırmadan kötülüğe itmesidir. Kendi menfaati için, kendi arzularını gerçekleştirmek için diğer toplumları insanlık yolundan, insani değerlerden uzaklaştırmaktır. Hangi şıkkı ele alırsanız alın kötülüktür. O toplumu kurtarmak, o toplumun haline acımak lazımdır. Onlara bunun yanlışlığını izah etme görevi de müslüman aydınlara düşüyor. İnsanlığı Allah için severek, onun kurtuluşu için çaba sarf etmek, müslüman aydınların temel görevlerindendir kanaatimce. Mesela Müslüman olduktan sonra Abdülvahid Yahya adını alan Reuné Guenon'un bu noktada Batı'da büyük etkiler yapmıştır. Fransa'da, felsefe tahsili yapmış birisi ile tanımıştım. Uzun arayışlardan sonra müslüman olmuş ve Abdülhak ismini almış bir aydın. Ruené Guenon'u okumuş, arayışlarının son durağında... Şimdi "Ben İslam'ı seçtikten sonra, Allah'ın bir lütfü olarak, vücudumdaki her zerrenin Allah dediğini hissediyordum" diyor. İşte böyle Batı'ya birileri Hakkı gösterecek... Batı'da da iyi niyetli, gerçeği arayan bir çok insan var. Bir arayış içindedir Batı. Yüzlerce, binlerce Abdülvahid Yahyalara ihtiyaç vardır.
Molla Hüsrev'in bir sözü vardır: "Deniz dalgaları gibi suya ihtiyacı olan kimselere bir katre vermek yetmez. " diyor. Hakikaten deniz dalgaları gibi hayat verici suya ihtiyacı var Batı'nın. Batının ihtiyacı varda bizim yok mu? Belki çok daha fazla var. Bu ihtiyaçları kim karşılayacak? İşte meselenin ana noktası burada. Bu ihtiyaçları, insanları Allah için seven, İslâm'a samimiyetle bağlı, bunun hakikatlarını bilen, yaşayan ve her hareketinde, sözünde, işinde, kazancında Allah Teâlâ'nın rızasını gözeten münevver insanlar... İşte ihtiyacımız. Allah bizleri onlara kavuştursun...
Hoca sözlerini, dünya karşısında bir uyarı ile bitiriyor. Mesnevi'de bir hikaye geçiyor. Adamın birisinin bir oğlu var. İyi bir kumaş almış, kendisine ve oğluna elbise diktirecek. Terzi araştırmış. Kendisine bir terzi tanıtmışlar, ama iyi bir terzi istemiş. Çünkü kumaş kıymetli bir kumaşmış. "İyi bir terzi var ama, kumaştan çalar" demişler. Adam durmuş, düşünmüş, "Ben gözümün önünde kestirip, diktiririm. Dolayısıyla çalmasına engel olurum. Siz bana onu gösterin" demiş. Gitmişler terziye, Adam, "Bak bu kumaş bol bol yeter, bana ve oğluma elbise dikeceksin." demiş. Pazarlık etmişler, anlaşmışlar. Ama terzi tam kumaşı keseceği sırada bir hikaye anlatmaya başlamış. Ama öyle güzel bir hikaye anlatıyormuş ki adam başlamış gülmeye. Bu arada terzi kumaştan aşırıyormuş. Sonra bir hikaye daha daha anlatmış, biraz daha, biraz daha,sonuna yaklaşmış. Demiş ki "Sen kumaşım fazla diyordun ama, bundan ne sana ne oğluna çıkar." demiş. Farkına varmadan yapılan iş budur. Mevlana Celaleddin Rumi Hazretlerinin anlattığı hikaye aslında insanı anlatıyor. Bu kumaş, insana Cenab-ı Hakk'ın verdiği kıymetli ömrü ifade ediyor. İnsanın kendisi de yaşıyor oğlu da yaşıyor. Fakat dünya öyle aldatıcı şeylerle insanın ömrünü yiyip bitiriyor ki, bir de bakıyorsun insan sonuna gelmiş. Buna aldanmamak lazım. "Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın, yanıltmasın." buyuruluyor.
Hoca'ya son olarak en çok hoşuna giden şeyleri soruyoruz. İşte onlar:
-Kitap okumak, namaz kılmak ve salihlerin sohbetinde bulunmak.
Ne güzel meşgale... Allah kendilerini hep böyle güzel bir dünya içinde barındırsın...
Yorumlar
Yorum Gönder